Dünya sinemasında eğer birkaç büyük yönetmen saymamız gerekirse bunlardan birisi kesinlikle “Stanley Kubrick” olacaktır. Hakkında sayısız kitap, inceleme yazılan sanatçı, ölümünden yıllar sonra bile yeni eserler ile anılıyor. Sinema çizgisinde çok farklı türlerden filmlere kendine has imzasını atmayı başarmış; böyle büyük bir sinemacıyı kendi sinemasından bağımsız anlatmak çok mümkün olmayacağından filmlerine bakarak onu tanımaya çalışabiliriz.
Kubrick’in görsel sanatlara ilgisi fotoğrafla başladı. Birkaç kısa film denemesinin ardından ilk uzun metraj filmi; Fear and Desire ile sinema dünyasına adımını attı. Daha sonra sık sık karşılaşacağı takıntılı davranışlarından birini bu film için de gösterecekti. İlk filmini beğenmeyen Kubrick kariyerinin ilerleyen günlerinde filmin tüm kopyalarını toplattı. Bir kısmını da kendisi satın alarak imha etti. (Filmin buna rağmen kalan kopyaları vardır.) Kubrick dünyayı olduğu gibi kabullenmediği için takdir ettiği asker ve katillere karşın savaşla ilgili filmlerinde antimilitarist bir tutum takındı. Paths of Glory ile büyük bir çıkış yakalayan yönetmen bu filmle birlikte kendine has tarzını ilk kez baskın olarak kullanmaya başladı. Film, eleştirmenler tarafından çok beğenilse de gişe de aynı başarıyı gösteremedi. Ardından Kirk Douglas’ın başrolde olduğu Spartacus’ü çekerek başarısını gişeye yansıttı. Bu, tamamını Hollywood’da çektiği ilk ve son film olacaktı. Çok kazandıran film yeni ve daha cesur projeler için Kubrick’in yolunu açtı.
Kubrick farklı alanlarda filmler çekmeye ve bunlarla büyük tartışmalar yaratmaya devam etti. Kara mizah türündeki Lolita ve Dr. Strangelove’ın ardından ilk büyük başyapıtı geldi. “2001 Space Oddysey” sanatsal, teknolojik ve fikri olarak döneminin onlarca yıl önünde bir filmdi. Metaforlar, simgeler ve alt anlamlarla dolu filmin tarzı için Kubrick sonraları; “Eğer Leonardo Da Vinci, Mona Lisa tablosunun altına şöyle yazsaydı, ona nasıl değer verebilirdik: “hanımefendi gülümsüyor çünkü sevgilisinden sakladığı bir sır var” bu izleyiciyi gerçeğe zincirlerdi ve ben bunun 2001’e (space odyssey) olmasını istemiyorum.” yorumunu yaptı. Spielberg, filmi kendi jenerasyonunun Big Bang’i olarak değerlendirdi. Filmde kontrolü ele geçiren bilgisayar “Hall” karakterine atıflar günümüzde de pek çok film, dizi ve çizgi filmde yer almaktadır. Film dönemine göre o kadar ilerideydi ki ertesi yıl Neil Armstrong aya ayak bastığında bunun bir Kubrick prodüksüyonu olduğunu söyleyenler dahi oldu. Bugün bu iddialar “Dark Side of the Moon” belgeselinde yer almaktadır.Kubrick’in sanatsal iştahı yeni açılıyordu ve ikinci başyapıtı Space Oddysey’in hemen ardından geldi. Clockwork Orange, mükemmel yönetmenliğin ve senaryonun yanı sıra o güne kadar Kubrick filmlerinde olmayan bir başka başarıyı da beraberinde getirdi, baskın bir başrol oyuncusu! Bunu daha önce Peter Sellers’la da denenmişti fakat Malcom Mcdowell’a oynadığı rol özel dikim bir takım elbise gibi oturdu. Zorlu film çekimleri boyunca (bir sahne için gözleri metalle tutulurken retinası çizildi!) eğlenerek bir psikopatı canlandırdı. Bu rol Malcom’ı bir fenomen haline getirecekti. Aşırı şiddet içeren sahneleri sebebiyle çokça eleştirilse de film çok başarılı oldu. Sanatsal anlamda da Kubrick’e fikirlerini geliştirme şansı tanıdı. Space Oddysey’de sinemasal bir deha ve çılgınlıkla tamamen karanlık bir ekranda Johan Strauss çalan Kubrick, bu defa Beethoven’ı seçmişti. Filmi öyle kurguladı ki Beethoven müziğiyle sadece bir fon olarak değil adeta bir karakter olarak filme etki etti.Barry Lyndon’ın, harika bir sinematografisi vardı ve her sahnesi bir tablo gibiydi fakat büyük başyapıtlarından biri değildi. Barry Lyndon ardından Kubrick bana göre en iyi filmini yapmaya girişecekti. Bu defa başrol için Jack Nicholson ile anlaştı. Bu rol tarihin en iyi erkek oyuncu performanslarından biri olsa da Akademi tarafından hak ettiği ilgiyi görmeyecekti.
Gerilim türündeki eserin senaryosunu Stephen King’den alan Stanley Kubrick, hikayeyi ve karakterleri o kadar çok değiştirdi ki Stephan King sonraları kendi versiyonunu çekti. (Tabii Stephen King’in versiyonu vasatın altında bir yapım olarak kaldı) Abartılı bir oyunculuk denemesi olan film; sinematografisi, senaryosu ve özellike Jack Nicholson’ın olağanüstü performansıyla tarihin en iyi filmleri arasındaki yerini aldı. Filmin bir başka ilginç yanı ise Kubrick’in iyice artan takıntıları ve mükemmelliyetçiliğiydi. Filmde mükemmeli alana kadar çekimleri tekrarlayan Kubrick bir sahneyi 148 tekrarda çekince Guiness Rekorlar Kitabı’na da girmiş oldu. İlginçtir ki psikolojisi bozulan Shelly Duvall’ın aksine Jack Nicholson bu yoğun tempoyu memnuniyetle karşıladı. Daha sonra kendisini serbest bırakan ilk yönetmen olduğunu söylediği bu aşırı kontrolcü aldama teşekkür edecekti. Bu özgürlük iki üstün yetenekli sanatçının uyumu ve belki kariyer zirvesiydi…
Bu zirveden 7 yıl sonra Kubrick bir Vietnam filmi çekti. Full Metal Jacket, Shining ölçüsünde olmasa da oldukça iyi bir filmdi. Bu başarılı filmden sonra yeni bir filme başlaması 12 yıl aldı.
Bu zamanda Napoleon filmi için doküman topladı (Hazırlıklara 1968’de başlamıştı) ve olası film çekim yerleri için fotoğraflar çekti. Bunu da bir takıntı haline getirmişti, hiç yapıma geçmeyen proje için 500.000’i aşkın fotoğraf çekti. Zaten diğer yandan da Artificial Intelligence ve Eyes Wide Shut üzerinde çalışıyordu. Kubrick, Eyes Wide Shut’ın senaryosunun dayandığı kitap olan Dream Story’nin yayın haklarını 60’lı yıllarda satın almıştı.
Eyes Wide Shut için çok titiz bir hazırlık yapan Kubrick muhtemel oyuncuların yüzlerce saatlik videosunu izldedi. İlerleyen yaşında Kubrick artık yaşayan bir efsane, herkesin hayatında en az bir kez çalışmak istediği bir yönetmendi. Çok yüksek bir bütçesi olan film için tablolar ve devasa setler yaptırdı. Başrol içinse Hollywood’un en pahalı oyuncusu Tom Cruise ve eşi Nicole Kidman’la anlaştı. Yine defalarca tekrar çekerek film ekibini bezdirse de harika bir filmin çekimlerini tamamlayan Kubrick ne yazık ki montajdan önce bir kalp krizi sonucu öldü. 400 günde çekilen bu sanat eseri de prodüktörler tarafından çok da başarılı olmayan bir biçimde montajlanarak sinemaya yansıdı. Bu onun son yönetmenlik eseri oldu. (Daha sonra senaryosunun yazdığı fakat çekmeye ömrünün yetmediği Artificial Intelligence, hayranı Steven Speilberg tarafından çekilecekti.)
Kubrick, dünya sinemasına farklı bir bakış getirdi. Pek çok türde denediği filmlerin neredeyse tamamında başarılı oldu. Tarzı zaman zaman şiddet yanlısı ve karanlık bulunsa da özgür ve kendini sürekli geliştiren yapısından hiç ödün vermedi. İlginçtir ki çağımızın en önemli kült filmlerinin bir kısmına imza atan Kubrick, Space Odyysey ile aldığı bir özel efekt ödülü dışında hiç Oscar kazanmadı. Onun filmlerinden ilham alan yönetmenler ise ilerleyen yıllarda ödüle boğuldu. Bu durum kendi sanatını empoze etmekte ısrarcı olan Hollywood ve Akademi için bir utanç olarak kaldı, Kubrick’i ise dünyanın en pahalı oyuncularıyla dev prodüksüyonlar yapan bağımsız bir efsane oldu…